Zamanın tozu

Genel olarak insanlar, inancın ürettiği şeyin bir sanat eseri olmadığı, bunun yalnızca daha beceriksiz tabiatlara yönelik kaba ve sıradan bir iş olduğu görüşündedir; fakat aslında bu gerçeklerden uzaktır. İnancın diyalektiği diyalektiğin en güzeli ve en dikkate değer olanıdır; İman, onun hakkında fikir edinebileceğim bir yüksekliğe sahiptir, ancak daha fazlası değildir.” Kierkegaard

Burada yoğun bir temponun içerisine giriliyor. Milyonlarca Müslüman bir ibadet kampında gibi… Dünyada yalnız olmadığının huzuru var. İnancınla, Allah’a neden inanıyor olduğunla alakalı yığınla hesaplaşma yaptığın ömründe kısa bir mola, bir nefes alma gibi. Etrafına baktığın herkese “o da inanıyor, o da ibadet ediyor, o da Müslüman, onun da bir amacı var ve o amaç için burada” diye diye arşınlıyorsun beyaz mermerden alanları. Suratlara bakıyorsun, çocuklara, kadınlara, yaşlılara…

Sembolleri kavrıyorsun, beklentileri düşürüyorsun. Yani yoğun bir Leibniz metni okuyor gibisin aynı zaman da Kierkegaard’ın varoluş sancılarından çıkıp da eğlenerek iman ettiği, kendisini denizlere bıraktığı o sonsuz teslimiyete varıyor gibisin.

Önceki yazıda da bahsetmiştim. Arafat Dağı’na ilk kez böyle ıssızken yaklaştım ve o sükunetten çok etkilendim. Hatta bir ara acaba Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban edeceği yer acaba bu dağ mıydı diye düşündüm… Haliyle İbrahim ve İsmail kıssasına özendim.

Korku ve Titreme’de kıssanın adının geçtiği dağın ismi Moriya Dağı’dır. Aslında kendisini okuyan her Müslümanın kalbinde de biraz da olsa Kierkegaard sevgisi vardır. Şahsen ben çok severim. Bence yazılmış en güzel İbrahim kıssası tefsiridir Korku ve Titreme.

Çok katmanlı bir kitaptır Korku ve Titreme. Tam teslimiyet anında inen bıçağın, iman şövalyeliğinin bin bir anlamına vakıf olmak istersin okudukça. Malum modern zamanda ne zaman kendine, geçmişine ve iman serüvenine dair ilgili bir açıklama yapmak istesen keyfi olarak başka bir anlatıya geçiyor ve sorularından ışık hızıyla uzaklaşıyorsun. Bu yaşanılan yozlaşmanın bir parçası olmaktan çok, postmodernizmin bir alıştırması gibi olmanın sonucu aslında; modern dünya içimizdeki şeffaflığı hızlanarak yok ediyor…

Kierkegaard daha en baştan Hz. İbrahim’in fedakarlığına ilişkin soyut anlatıları reddeder ve okuyucuyu İbrahim’in kaygısını hesaba katmaya yönlendirir. Yani İbrahim’in imanına ve kararlılığına bir hayranlık duymaktan çok, onun gibi iman edebilme gerekliliğini anlatır.

Kierkegaard Korku ve Titreme’de İbrahim’in inancı ve imanını ısrarla vurgulasa da bu inanç, iman şövalyeliği deyiminin daha popüler olarak kabul edilen anlayışlarından oldukça farklıdır.

Tıpkı Caravaggio’nun tablosundaki gibi lirik bir anlatımla İbrahim, İshak ve kurban edilecek koç Hıristiyan kültüründeki kibar bir dindarlığı anlatıyorsa da Kierkegaard İbrahim’in inancını son derece tecrit edici, endişe dolu ve mantık açısından ulaşılamaz bir boyutta olduğunu düşünerek anlar. Fakat anlatının sonuna gelindiğinde bireye toplumsal ve evrensel ahlak yasalarının da üstünde bir vizyon sunarak, benliğe ve iman etmeye dair son derece varoluşsal bir anlayışı dile getirir.

Dine ve iman etmeye dair kaygılar, Allah’ın gerçekliğine ve varlığına ancak kişisel bir “inanç sıçraması” yaptıracak ve gerekli olan hamlelerdir. Bu sıçrama sorgulamadan elde edilemez. Bu sorulara bir cevap da bulunabilir mi o da imanın başka bir paradoksudur.

Kierkegaard Hz. İbrahim’i varoluşçu bir felsefeyi araştırmak için bir mercek olarak belirlemiştir. Absürtlük ve bireycilik kavramları üzerine daha fazla düşünmeyi teşvik etmeyi amaçlayan sorular sorar. Bu sorular aracılığıyla okuyucuyu İbrahim’in kaygısını daha doğrudan kavramaya yönlendirmeye devam eder ve nihayetinde İbrahim’in sarsılmaz imanı üzerine yoğunlaşarak gerçek iman sahibi olmanın ehemmiyetini vurgular.

Tüm bu kavramların zihnimdeki boşlukta salındığı bu yolculukta yaptığım her hareketi ve ibadeti bu teslimiyet üzerine okumaya çalıştım. Ve imanın bir tercih ediş olduğunu yeniden kavradım. İbrahim’in İshak’ı kurban etmeyi tercih etmesi imanın ne olduğu konusunda bir üst limit gibiydi. O teslimiyeti gerçekleştirdiği anda inen koç da Allah’ın rahmetinin hızı ve kuşatıcılığı ile alakalıydı. Bu iki kavram; kulluk bilinci ve Allah’ın kulu üzerindeki tasarrufu aslında ne için yaşıyor olduğumuzun da iki kutbu gibi. Bu kavramları zihninde oturtmak başka bir boyutun kapısını aralıyor gibi.

Hasılı bu topraklardan yazılan yazıların konusu da böyle oluyor. İman etmeyi seçmekle, iman etmeyi sevmek arasındaki ince çizgide gidilen yolların yazısı gibi…

Bu kıssanın devasa boyutuyla alakalı olarak şunu anlıyoruz. İnanç, insani açıdan imkânsız görünse dahi hayat bu etik ve estetik ideallere tutunmaktır. İman her istediği her an olmayan ve hayal kırıklıklarının çoğu yakasını bırakmayan insan için gerçekliğin ideale sürekli bir dönüşümüdür.

Sonuç olarak inanç bir tutku sahibi olmayı gerektirir ve tutku öğrenebileceğimiz bir şey değildir. Şahsen deneyimlediğimiz bir gerçekliktir. En yüksek tutku inançtır ve inanç konusunda hepimiz aynı noktadan başlarız ve hiç kimse inançtan daha ileri gidemez.

“Kendini seven kendinde büyük oldu, başkalarını seven bağlılığıyla büyük oldu; ama Tanrı’yı ​​seven herkesten daha büyük oldu.” Kierkegaard

YORUMLAR (12)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
12 Yorum